Metafizik Şiddet ve İslam Felsefesi
Heidegger ve bazı Heidegger-sonrası filozofların metafiziğe yönelttiği eleştiriler, metafiziğin belirli bir şiddet biçimiyle özdeşleştirilmesine odaklanmaktadır. Bu suçlama, metafiziğin ontoteolojik yapısının, yani varlığı bir varolan olarak ve Tanrı’yı yüce bir varolan olarak düşünmenin, bilgi öznesinin mutlaklaştırılmasına yol açtığı eleştirisiyle birlikte yapılmaktadır. Böylece bilginin öznesi, dünya ile bir tahakküm ilişkisi sürdürür. Descartes, bu özneye vurguyu ruhu merkeze yerleştirerek ve varlığı bir temsile indirgeyerek yapar. Artık, çelişkisizlik ve nedensellik ilkelerine güvenen egemen özne, varlığı tamamen kontrol etme imkânına sahip olur ve bu varlık onun güç arzularını tatmin etmeye indirgenir. Şeylerin bilgisi, insanın arzularını tatmin etmek için her şeyi bir araca dönüştüren bir araç haline gelir ve bu şekilde türlü şiddet formlarına vesile olur. Günümüz ekolojik krizi, bu dünya görüşünün çağdaş zirvesi olarak görülmektedir. Heidegger ise bu görüşe karşılık olarak varlığın otantik bir düşüncesine çağırmaktadır. Modernitenin tasarladığı kendinden emin özneye karşı Heidegger, belirsiz ve kaygılı bir Dasein kuramı geliştirir.
Heidegger’in metafizik eleştirisinin bir arka planı mevcuttur. Özellikle “genç Heidegger”e tekabül eden 1919-1921 dönemindeki çalışmaları incelendiğinde, bu kaygının temelinin Hristiyanlığın kökensel tecrübesine, özellikle de Pavlus, Augustinus ve Luther’de bulduğumuz aslî günah ve çarmıh olgularına dayandığı görülür. Heidegger’in Descartes eleştirisi, rasyonel bilgiyi bir bilgi şehveti ile özdeşleştiren Hristiyan ön kabullerine dayanır. Bahsedilen üç Hristiyan figür, nedensel ve rasyonel bilgiyi kuşkulu gören bir Hristiyanlık anlayışı geliştirmiştir; bu bilgi olumsuz anlamda bir merak (curiositas) olarak görülür, yani dünyevî arzulara boyun eğme biçimidir. Bu durumda, akıl, aslî günah nedeniyle engellendiği için bir tahakküm aracına dönüşür. Hz. İsa tecrübesine akıl yoluyla değil, sevgiyle ulaşılır.
Heidegger’in metafizik eleştirisinin dinî öncülleri İslam düşüncesi açısından karşılıksız kalmaktadır. Varlık ve Zaman’ın geliştirdiği kaygı fikri, hakikati akıl vesilesiyle tanımaya ve bu dünyada belirli bir huzur kazanmaya yatkın kılan fıtrat kavramına kökten karşıttır. Daha genel olarak, Heidegger’in olgusal yaşamın birincilliğine yaptığı vurgu, Kur’an’ın akla verdiği öncelikten tamamen farklılaşır. İslam düşüncesi için doğa yasalarının bilgisi, ilahî kaynağı olan mükemmel bir düzenin tespitine yol açarken, Heidegger için bu düzenin bilgisi bir tahakküm aracı olarak algılanır. Oysa İslam felsefesinin metafizik anlayışı, Kur’an’ın sunduğu iyimser akıl algısına dayanır. Öyle ki, örneğin İbn Sînâ’da hakikatin temaşası, nedensel bilgi sayesinde ruhun makulleri tamamen yansıtmasıyla gerçekleşir. İnsan bu seviyeye egemenlik arzularına uyarak değil; tam tersine, aklî ve amelî bir riyazet süzgecinden geçerek ulaşır. Böylece, akletmek kendi başına bir riyazet formunu oluşturur. Eğer nedensellik ilkesini daha spesifik olarak ele alırsak, Heidegger’de bu bir egemenlik ve şiddet aracı iken, İbn Sînâ’da tam tersine, bir şeyin nedenli olduğunu bilmek, varlığının sadece başkasına bağlı olduğunu ve kendinde zorunlu olmadığını tam anlamıyla idrak etmektir. Yani, nedensel bilgi bir ontolojik fakirlik bilincine yol açar.
Bu tebliğ, Batı metafizik eleştirisinin Hristiyan ön kabullerini, klasik İslam felsefesinin temel ilkeleriyle karşılaştıracaktır. Bunu yaparken İslam metafiziğinin bu tarz eleştirilerden a priori olarak bağışık ve korunmuş olduğunu hayal etmek, tarihin kurgusal olarak yeniden yazımından ibaret olan bir uchronia’ya yol açmamalıdır. Bu anlamda, aradaki temel farklara rağmen şiddet riski tamamen geçersiz değildir.